25 Aralık 2011 Pazar

OSMANLI DEVLETI CEZA YARGILAMASI




Avrupa’da, 18. asra kadar sanık ile suçlu birbirine karıştırılır, sanığın suçsuz olması ihtimali gayeye aykırı sayılırdı. 18. asrın ikinci yarı­sında, zamanın felsefi ve liberal akımlarının tesiri ile, sanığın korunması saf­hasına ulaşıldı. Bu şekilde, devlet kudretinin kötüye kullanılmasını ön­leme ve ferdi koruma gayesi güdülüyordu. Sanıkları suçlu görme ve cezalandırma temayüllerine karşı bir tepki olan bu ikinci safhanın sembolü, “Sanık, suçluluğu sabit oluncaya kadar masum sayılır.” il­kesiydi. Bu ilke daha sonra insan hakları sözleşmesine girmiştir.

Bugün, insan haklarını belirleyen milletler arası belgeler, davanın tam bir eşitlikle, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini insan haklarından saymıştır. İslam hukuku başlangıçtan beri bu prensipleri titizlikle korumuştur.
En iyi ceza yargılaması, fertlerin haklarını teminat altına almaya ve toplum düzenini korumaya yönelik olanıdır. Yargılamanın en kısa zamanda ve en az masrafla gerçekleşmesi gerekir. İslam hukuku, bu özellikleri kendi içinde bulundurur.
A- Ceza yargılaması prensipleri
1- Sanığın hak ve hürriyetlerinin korunması
Sanığın hak ve hürriyetlerini korumaya yönelik prensipler sunlardır:
a- Biraet-i zimmet asıldır
Yani insanın suçsuz ve borçsuz olması ana prensiptir. Çünkü insan dünyaya suçsuz ve borçsuz olarak gelir. Suç veya borç, sonradan doğar. Dolayısiyle bir suçun veya borcun varlığını iddia edenin, onu ispat etmesi gerekir. Çünkü delil, yeni bir şeyi iddia edenden istenir. Bu iddianın zann-ı galib verecek surette ispatı gerekir. Bu sebeple ispatın en az iki şahitle olması şart koşulmuştur.
Herkesin şahitliğinin kabul olunmaması, şahitler hakkında güvenilirlik soruş­turmasının (ta’dil ve tezkiye işlemlerinin) zorunlu tutulması, hakimin objektif delil­lerle bağlı kılınıp haksızlığa sapmasını önleyici tedbirler alınması ve yargılamanın her safhasının açık olması şartı sanığın hak ve hürriyetlerini korumaya yöneliktir.
b- Şek ile yakîn zail olmaz
Şek: İki ihtimalden biri diğerine ağır basmayacak şekilde bir şeyin varlığı veya yokluğu hakkında şüphe doğmasıdır. Sanık, başlangıçta suçluluk şüphesi altındadır.
Zan ve vehim: İki ihtimalden birini diğerine tercih ettirecek bir sebep olmakla beraber ikinci taraf da muhtemel görünürse tercih edilen tarafa zan, ikincisine de vehim denir. Sanığın suçluluğu konusunda bazı işaret ve deliller bulunmakla beraber suçu ispat için yeterli görülmediği zaman sanık zanlı duruma düşmüş olur.
Zann-ı gâlib: İki ihtimalden ikincisi muhtemel görünmezse varılan kanaate zann-ı gâlib denir. Zann-ı gâlib kesin bilgi yerine geçer. Çünkü insan, çoğu zaman ancak bu kadarını başrabilir. Bu, suçluluğun iki dürüst ve güvenilir şahitle ispat edilmesi halidir. Şahitler yalan söylemiş olabilirler ama çoğu zaman yapacak başka bir şey yoktur.
Yakîn (kesin bilgi): Olması veya olmaması kesin, yahut zann-ı gâlible sabit olan şeydir[113]. Bu da, sanığın başlangıçta suçsuz kabul edilmesi halidir. Çünkü, insan suçsuz olarak dünyaya gelir. Herkesin suç işlemesi mümkün ise de, elde kesin bir delil olmadan hiç kimse suçlu sayılamaz.
“Şek ile yakın zail olmaz” prensibine göre bir şeyin varlığı kesin olunca, aksi ispat edilmedikçe, ortaya çıkan bir şüphe sebebiyle o şeyin yokluğuna hük­medi­lemez. İslam Hukuku’nun dörtte üçü veya daha fazlası bu kaideye uygun­dur.
Ceza yargılamasında şüphe, daima sanık lehine kullanılmıştır. Had ve kısas cezaları da şüphe ile düşer. Hatta bu cezaların ağır olmaları sebe­biyle hakim bir şüphe bulup cezayı düşürmekle görevlendirilmiştir. Bu konuda, sanığa ve şahitlere sorulacak sorular, bütün açıklığı ile fıkıh kitapla­rında yer almıştır.
F- Karşı dava
Davalı, davacının iddiasını kabul veya reddedecek yerde, davayı hükümsüz kılacak bir karşı dava açabilir. Açılan karşı dava da diğer davalar gibi sonuçlandırılır.
G- Tarafları sulha davet
Akraba arasında meydana gelen veya tarafların anlaşmaya arzulu oldukları sezilen davlarada, hakim hükmetmekte acele etmez. Bir veya iki kere taraflara, sulh olmalarını ve bibirleriyle anlaşmalarını tavsiye eder. Çünkü, verceği hü­küm yerliyerinde de olsa davacı ile davalı arasında düşmanlığın doğmasına se­bep olabilir. Bu mahzurun ortadan kalkması için anlaşmaları daha iyi olur.
Taraflar sulh olmayı kabul ederlerse, sulh hükümlerine uygun olarak iki tarafı uzlaştırır ve sulh olduklarına dair ellerine birer hüccet verir. Dava­nın gereksiz yere sürüncemede kalmasına sebep olacağından hakim, ikiden fazla sulh teklifinden bulunamaz. Taraflar sulha yanaşmazlarsa yargılamayı sonuçlandırır.
H- Hüküm
Hüküm son karar anlamına gelir. Hakim yargılamayı İslam hukukuna göre sonuçlandırır. Verilen hüküm hem hakimi hem de tarafları bağ­lar. İlâmın yazılıp verilmesi, kararın tamamlayıcı bir unsuru değildir.
Hükmün sebebi ve şartları oluştuktan sonra hakim, hüküm vermeyi geriye bı­rakamaz. Durşmanın sonu­cuna göre derhal hükmetmek hakimin üzerine vacip olur. Hükmü sebepsiz yere geciktirirse vacibi terkettiğinden günahkar olur ve gö­revden alınmayı hakeder. Çünkü, adaleti zamanında yerine getirmemek zulüm­dür.
Hakim üç yerde hükmünü geciktirebilir:
1- Şahitlerle ilgili güvenilirlik soruşturması (tezkiye işlemleri) yaptıktan sonra, meşru bir sebepten dolayı şahitlerin yalan söylediklerinden şüphelenirse, tahkikatı yeniden yapmak ve şahitlerin durumlarını iyice araştırmak için, güvendiği bir kişiyi (eminini) görevlendirir ve sonuç alıncaya kadar hükmünü geciktirir.
2- Hakim tarafların sulh olmalarından ümitli ise bir veya iki kere sulh tekli­finde bulunur ve bu esnada hükmünü geciktirmiş olur.
3- Hakim, dava ile ilgili hukuki hükmü iyice bilemeyip kendi şehrindeki fakih­lerden sorduğu halde aldığı cevaplara güvenemez de başka şehirde bulu­nan fa­kihlere soracak olursa, cevabı alıncaya kadar hükmü geciktirir.
Hakim, yumuşak bir dille hükmü tefhim eder. Aleyhine hükmettiği tara­fın kal­binin kırılmasını ve kendi hakkında kötü düşünce beslemesini önlemek için ona, «Senin yaptığın savunmayı inceledim. Fakat şer’i hüküm böyle olduğundan senin aleyhine hükmolundu. Başka şekilde hük­metmem mümkün değildi.» demeli ve gerekçeyi anlatmalıdır. Böylece onun da gönlünü almış olur.
İ- İlamın düzenlenip taraflara verilmesi:
Hakim, hükmünü verdikten sonra, gerekçesiyle beraber hüküm ve tenbihi ih­tiva eden bir ilam düzenleyip davacıya ve gerekiyorsa davalıya birer nüsha verir. İlamın bir suretini de kendi koruması altında bulunan sicile kayde­der.
Halk, çoğu defa hakimler hakkında iler-geri laflar eder. Dolayısiyle, aley­hine hüküm verdiği tarafın, kendine haksızlık yapılmadığı kanaatine varıp hakimi halka şikayet etmesine engel olmak için, verdiği hükmün gerekçesini ilama yazması ge­rekir. Böylece, aleyhine nasıl hüküm verildiğini görüp şer’i hükümlere ve yargılama usullerine uygun olup-olmadığını anlamak için ilamı, ulemaya gösterebilir. Bu yolla onlar yargıyı denetlemiş olurlar. Bu, şe­riatın onlara tanıdığı bir haktır. Bazan devletin müdahalesine de ihtiyaç duyulabilir. Yanlışlık sabit olursa yeniden dava açılabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder